İzmir’in dar sokaklarında, Kemeraltı Çarşısı’nın gölgeli sokaklarında, haşlanan kelleler özenle
doğranır, taze maydanoz ve soğanla harmanlanır, bir çırpıda lavaşa sarılırdı. Her zaman
kalabalık olan bu tezgahlar, esnafın, çırakların, mekteplilerin uğrak noktasıydı. O küçük
tezgahlar, yalnızca bir yemek sunmakla kalmaz; bir kültür, bir hayat tarzı sunardı. Her et
parçası bir sabır, her bıçak darbesi bir ustalık, her sunum ise bir saygıydı.
Yıllarca el arabasıyla sokakları adımlayan ustalar, her sabah aynı heyecanla, aynı titizlikle,
aynı inançla çalıştılar. Ustamız gibi “Söğüş aceleye gelmez!” derlerdi hep. Çünkü onlar
biliyorlardı ki, bir yemeğin gerçek lezzeti, malzemesinde değil, ustanın elinde saklıdır. O eller
sadece bıçağı değil, bir geleneği, bir yaşam biçimini taşırdı.
Zaman geçti, ustalar yaşlandı. Tezgâhın başına, o el arabalarını iten ellerin izinden giden
oğulları, torunları geçti. Ama söğüşün ruhu hiç değişmedi, o sabır hiç kaybolmadı. Bugün, bu
lezzeti Ege’nin kıyılarından İstanbul’a taşıyan bizler, aynı özeni ve aynı titizliği sürdürüyoruz.
Dedemizden öğrendiğimiz, o taş sokakların ruhunu hissettiren tarifle, her lokmada Ege’nin
denizinin tuzlu esintisini, o eski çarşılardaki huzuru sunuyoruz.
İstanbul’un karmaşasında, Ege’nin zarif lezzetini arayanları, “Meşhur Ege Söğüşçüsü”
sofrasına bekliyoruz. Çünkü biz, sadece bir yemek değil, bir mirası yaşatıyoruz.